19 Aralık 2020 Cumartesi

Hikaye Denemesi - 4 || 2020 Kasım 1000Kitap Hikaye Etkinliği

 Pera'da Bir İnfilak 


Yazıyoor yazıyor, Atamızın evine bomba atıldığını yazıyooor...

Çınlıyordu gazete satan çocuk. Yeterince ciddi durması gerektiğini biliyordu. Hem gazeteyi satmak hem de haberin ciddiyetini bir palto gibi üzerine giyinmek zorundaydı. Zaten kendisine doğru gelenler de ciddiydiler. Yüzleri asıktı, yoğun bir Salı gününün akşamıydı. Milli babasına yapılan saldırıyı seslendirirken elinde bir bayrak gibi salladığı şey İstanbul Ekspres gazetesinin aynı gün yapılan ikinci baskısıydı. Ortalama tirajı yirmi bin kadarken, o gün iki yüz doksan bin basmıştı. Nedenini çocuk da bilmiyordu, sadece seslendirmekten sorumluydu.

Denize doğru baktı. İskeleye yanaşmakta olan vapur tıklım tıkışık doluydu. Sanki bir kutlama vardı, her gün böyle olmazdı. Çocuk ticaret öğreniyordu, kutlamanın sebebini düşünmeyi bırakıp elindeki gazeteleri düşürmeden iskeleye doğru koştu. Vapurdan inenler gazeteye bakmadılar. Yazılanları çoktan beridir biliyorlardı anlaşılan. Pek İstanbulluya da benzemiyorlardı, Beyoğlu’nun ne tarafta olduğunu kestirmeye çalışıyorlardı.

Topluluk ilerledi. Peşlerinden giden yaşlıca adam en arkadan takip ediyordu. Üzerine dayanarak yürüdüğü bir bastonu vardı. Çocuk daha dikkatli baktığında bunun bir baston değil, ağzı yere doğru bakan bir kazma olduğunu gördü. Anlamsızdı, sahilde mezar olmazdı ki. Sonra durdu, ama Atatürk Yunanları denize gömmemiş miydi. Demek, bu yaşlıca amca da o günleri arıyordu. Çocuğa yaklaştı, eline bir gazete aldı. Baş sayfaya bakarken bir zafer gülümsemesi belirdi. Çok da güzel yazmışlar vallah, yazacak dediydiler de bu gadder olur, sen burda dolaşma get evine, dedi. Sivas’tan, Trabzon’dan, Kastamonu’dan, Erzincan’dan bu vapur ile gelmişti. Adımlarını hızlandırıp sürüyü takibe devam etti. Çocuk bir paralık gazeteyi yere doğru indirirken arkalarından baktı, hepsinin ellerinde kazma ve kürekler belirmişti. Anlaşılan niyetleri tek bir mezar kazmak değildi.

.

Mama!! Mon papa est ici!

Çocuk kapıya doğru koşmaya başladı. Babasının maskesi çok ciddi, çok karanlık olurdu. Eve geldiğinde maskeyi bir kenara bırakır ve kendini çok zayıf gösterdiğini bildiği o zıpır gülümsemesini gösterirdi. Elinde bazen bir oyuncak olurdu, bazen de Şekerci Belifante’den alınmış ve bayramın geldiğini haber veren bir masapan kutusu. Ceketini astıktan sonra hoşgeldin seramonisi devam ederdi.

Bugün farklıydı. Baba maskeyi çıkarmayı unutmuştu, çok dalgındı. Sanki hayatını düşünmekteydi; bar mitzvadan hemen sonra babasının yanında ticarete başlamış, ergenlik heyecanını Fincancılar yokuşunu turlayarak dizginlemişti. Bugüne alnı açık gelmişti; başarı geçmişi de o akşamki zihni kadar dolu doluydu. Anneye baktı, haberi ağzından çıkardı, onlar için gelen bir kalabalık vardı. Kaçamayız geliyorlar, dedi. Anne, kendisinden uzaklaşmakta olan eşyalarına göz gezdirdi. Hepsi oldukları gibi huzurlu kalmak isteyen nesnelerdi. Atılıp yakılacak olduklarını, insan hakkı ile kirli olan ellerde yıpranacaklarını bilmediklerinden her zamanki sakinliğini koruyorlardı. Ama çocuk öyle değildi. Korkuyordu, babasının söylediklerine korkuyordu ama neden korktuğunu anlayamıyordu.

Masaya oturup düşünme seansına başladılar. Kazmalar ve kürekler onların evine de gelirler miydi, gelseler polis asker onları engeller miydi, sadece yüz metre uzaktalardı, acaba haberleri var mıydı. Eşyaların hangilerini alabilerlerdi, aldıktan sonra nereye gidebilirlerdi. Dakikalar, heyecanlı bir sahneyi izlemek istercesine hızlı ilerliyordu. Kapı çalındı, gelen Mösyö Fresko idi, komşu. Çok acelesi vardı, elinde bir demet Türk bayrağı sallıyordu. Bir tanesini uzattı, hemen kapıdaki boyayı kapatacak şekilde asmalarını söyledi. Baba, bu ayetin tefsirini çözmeye çalışırken, anne gözlerini dikmiş kırmızı çarpı işaretine bakıyordu. Çok yeni olmalıydı, onu çizen kadar kişiliksiz görünüyordu. Söylendiği gibi hemen üstünü bir başka kırmızı ile kapattılar, bu bez parçasını çok severlerdi. Kovulsalar da, hakarete uğrasalar da, tüm varlıklarına yüklenen vergiyi ödeyemeyip kamp köşelerinde ölseler de yine de sevgileri solmamıştı; korumak artık o bezin göreviydi.

Yaklaşan sesleri dinlerken, akşam loşluğunu aydınlatan alevin sıcaklığını hisetmeye başlamışlardı. Kalabalık, ortaçağın bu akşamında, hainleri yakmaya başlamıştı ev ev, dükkan dükkan. Baba, görevinin verdiği son bir cesaretle eğilerek cama yaklaştı, elini de kapıya astığı temsili zeytin dalına işaret edecek şekilde havada tuttu. Hemen kapısının önünde kalabalığa konuşan, onları ikna etmeye çalışan bir milli kahraman gördü. Bu, antik zamandan bu yana müşterisi olan Kemal Bey idi. O evin bir müslümana ait olduğunu söylüyor, söylüyor ve bir kere daha söylüyordu. Nefesi, ortalıktaki tozdan kesiliyor, yine de ağzından fışkırmaya devam ediyordu.

Sürü, tepişerek üst caddeye yöneldi.

Kapı aralandı ve kırk gün süren o gecede çölü aşmış haliyle Baba ortaya çıktı. Görünüşte terlemiş, üzeri kirlenmiş ve yüzü sararmıştı, eğilmeye istemsizce devam ediyordu; fakat gözleri başka bir filmi yansıtıyordu. Bunu kaç defa yaşaması gerekiyordu, cevap beklemeden sordu. Yine varlığı sorun yaratmıştı, yine harcanmak zorunda bırakılmış, yine huzuru elinden alınmış ve yine yabancıydı.

Gözünü, onu hep güler yüzlü gören müşterisinden başka bir yana çevirdi. Ters dönmüş haliyle sokak ortasında duran Mösyö Meşulam’ın arabasıydı. Cadde, içinden gürül gürül duman akan bir ırmak halindeydi. Kenarlardan sarkan şeyler, akan suya kendini kaptırmamaya çalışan ot dalları değil, Mösyö Blum’ün dükkanından sarkan el yapımı perdelerdi. Baba, dumanın kaynağını bulmak için göz gezdirdi, aile tarihinin büyük bir kısmını kaplayan yangınlardan çok çekmişlerdi. Verdistan, yangınıyla ünlüydü. Kalabalık sürü, geride bıraktıkları caddenin ortasına bir anıt dikmişti. Bu anıtın taşları; Taşyan, Taşis ve Taşikoların günlük eşyalarıydı. Hafızalar küle dönüyordu. Avizeleri, buz dolaplarını nasıl çıkarabilmişlerdi, anlamıyordu. Hepsi, bir arada, sapkınlar olarak ortaçağ alevinin içinde dans ediyordu.

.

Gece, dumanın içinde kayboldu. Havada artık oksijen değil, dostluk ve sadakat küllerinin arasında uçuşan hıçkırıklar vardı. Sokak artık bunu soluyacaktı. Nefessiz kalanlar, bir sıhhat nefes için başka diyarlara gidecek, tüm dedelerini geride bırakacak ve nesiller boyunca ananelerini sürdürmek üzere toprakların kutsalına göçeceklerdi. Geride kalan bu dumanlı havayı seven, tüyleri kül rengine boyanmış kurtlar, sokağı kendi bölgesi olarak kırmızı boyalarla işaretlemiş, muzaffer bir sürünün bireyleri olarak uluyacaklardı. Gün, 1955’in Elul 7'si idi.

---

(Gerçek bir olaydan esinlenmedir)


Moiz K.

Hikaye Denemesi - 3 || 2020 Eylül 1000Kitap Hikaye Etkinliği

 -Savrulmuş Bir Hayatın Kalıntısı-


“İşte bütün bunların etkisi sonucunda rüzgâr eşbasınç çizgilerine dik olarak yoluna devam eder. Bu hatların çizilmesiyle meteoroloji haritaları elde edilir. Yüzey sürtünmeleri ve Coriolis kuvveti rüzgârın eşbasınç çizgilerine dik yönünü saptırabilir. Bu noktaları iyi düşünün ve sınava o şekilde gelin. Şalom.”

Öğrenci sorusuna verdiği cevabı beğenmişti Avram. Yıllardır biriktirdiği bilgileri patlarmışçasına ortaya döktü. Adeta bir film yıldızıydı, dokuz beş çalışan.

Öğretmenlik de biraz karizma ister, biraz tiyatro ister, demişti tez danışmanı olan babacan tip. Bilmediğin bir kelimeyi yakaladığında öğrenci, bütün tiyatral hava söner; demir parmaklıkla örtülü sınıfta bulunduğunu hatırlar, çaprazında açılmakta olan beyaz tenli papatyaya gözleri kayar, dersin sonuna kalan dakikaları bir bir öldürmeye başlar. Asla açık vermemekti iyi öğretmen olmak, her zaman en doğrusunu bilmekti.

Solomon’un mezmurları 25:5; Bana gerçek yolunda öncülük et, eğit beni, çünkü beni kurtaran sensin, demişti yegane tanrısı. Doğayı bildikçe onu daha iyi tanıyacağını düşünüyordu.

Fakülteden çıkıp arabasına doğru yürüdü. Uçuşan yapraklar mı sarıydı, gökyüzü mü emin olamadı. Sanki ayrılık olduğunu haber veriyorlardı yalnızca; çünkü sonbahara daha vakit vardı. Belki de yine bir çöl fırtınası yaklaşmaktaydı. Yalnızlar mekanının sürülmüş tanecikleri...

Arabasını çalıştırdı. Küçük bir hava akımı oluşturdu motoru soğutmak için. Küçük bir Mikail olmuştu artık. Eski Yunan’dan yüzyıllar sonra insan tanrılar geri dönmüştü. Bilime ve teknolojiye inanırdı, her şey bir bütün, demişti bir dostuna. Önce sağa üç kere sinyal verdi sonra sola. Eve vardı. Işıklar henüz yanmıyordu, belki de yalnız kaldığını unuttu bir an; aydınlanacak kimse yoktu.

Yemek yapmaya üşendi. Ekmeğin üzerine sürdüğü tereyağı halis Golan büyükbaşlarından üretilmişti. Bu inekler yağmurları değil, nesil nesil insanların gözyaşlarını bilirlerdi; insanlar ağlarken yüzyıllar boyu sadece bakar, şimşek çaktığında ise kaçarlardı. Neyse ki tanrı henüz periyodik kızgınlık dönemine girmemişti. Henüz ağlamıyor, yalnızca demlenircesine üflüyordu.

Avram camdan dışarı baktı, insanlar yalnızlıklarını gizledikleri mağaralarına dönüyorlardı. Eyüp 21:18; kaç kez rüzgarın sürüklediği saman gibi, kasırganın uçurduğu saman çöpü gibi oldular? Hava soğumuş ve rüzgar şiddetini arttırmıştı.

Hava değişimleri, diye düşündü Avram, önemsiz küçük hareketler. Bir de büyükleri var, dünyanın her yerine seyahat eden. Bir kıtanın hüznünü diğer kıtaya taşıyan şerefsizler.

Eski hüzünleri hatırladı. Kereste talaşı gibi kokardı babası, oduncuydu. Ama onun katil olduğunu düşünmek zorundaydı Avram. Okuldaki öğretmeni ağaçların canlı olduklarını söylemişti. İnanmıyordu. Yoldan yüksekliği görünmesin diye evin girişine inşa edilen küçük merdivenin en küçük katına oturmuştu otuz iki kilo bedeniyle. Ağlarken talaş kokusunun yanına geldiğini hissetti. Baba, dedi, sen bir ağacı kestiğinde onun arkadaşları sana kızıyor mu, yoksa haberleri oluyor mu. Baba tebessüm etti, rüzgar haber vermeden duramazdı ki. Her ağaç, önünü arkasını bilir. Biri yaşlandığında, eksildiğinde onu hisseder. Her kayıpta rüzgar ona daha fazla vurur, hatırlatır yalnız kaldığını.

Avram kapıyı açtı, merdivenin bir basamağından aşağı kendini bırakıp intihar etti. Alt basamağa indiğinde ruhu yere serilmişti. Yeruşalim rüzgarının kendisine getireceği haberi dinlemeye çalıştı. Yalnızlık getirmişti. Ağaç gibiydi kendisi. Babasının, annesinin ve örnek aldığı bütün büyük insanların atomları havada uçuşmaktaydı. Onlar toprağa karışmış, ağaçların özünde yer etmiş ve doğanın dengesine direnemeyip rüzgarla birlikte savrulmuşlardı. Kıtadan kıtaya göçüyorlardı.

Avram’ın dünyasında tanrı bile yalnızlığı benimsemişti, kanıksamıştı. Adonai Ehad.

Avram da yalnızdı.




Moiz K.

Hikaye Denemesi - 2

 İş ortamında yazılmış bir deneme (yer: Perpa Ticaret Merkezi)

Bütün malı çekiyoruz kardeşim, dedi. Sen de biliyorsun bu iş böyle, bekletiyoruz seni. O iş böyle miydi, nasıldı? Karaborsa demek istiyordu aslında. Telefonda mı söylemek istememişti, yoksa malum olanı söylemek alimlik getirmez mi dedi, bilinmez. Zaten alim de değildi.

Müşteri geldi cebinde yanıp tutuşan üç beş lirasıyla. En acil nasıl yükleriz, dedi. Cevabını hemen istiyor ama hazmedebileceği kadar da yavaş verilsin istiyordu. Tüccar tekrarladı, en acil en acil. Sanki bulmaca çözüyordu. Vallahi, dedi, portif var bizim onunla dayarız kıç tarafına. Fesatlığından güldü. Hem dil bilmiyordu hem cüretkardı hem de bilge geçiniyordu. Tecrübe ile bilgelik aynı mıydı? Değildi elbet, yoksa bilgeye işin kaşarı denirdi.

O dingil benden üç çuval istedi, diye bağırdı depodan eski mülteci eleman. Bunu duyan tüccar hemen tercüman görevine soyundu. Alt tabaka ile orta gelir grubu arasında çeviri yapmak gerekirdi bazen. Üç adet koli sipariş edilmiş, dedi dingile. Ama dingil demedi, malum olan dile gelmesin diye. Dile gelmezse problem yoktu.

Dingil gülümsedi. Adı çıkmıştı ama işi hallolmuştu.


Moiz K.

Hikaye Denemesi - 1 || 2020 Mayıs 1000Kitap Hikaye Etkinliği

 --Selametle--


Kalabalığın içine dalarken çocuk, dokunmamaya çalıştı onlara.

Çünkü çok pis görünüyorlardı. Zihinlerinin pisliği yetmezmiş gibi...

Neye bakıyorlardı yine? Alışmış olmaları gerekirdi bu zamana dek.

Yine kimi yargılamışlardı, hangi ruhu bedenden serbest bırakmak için festival misali toplanmışlardı?

Belki de öldürememişlerdi bu defa; o yüzden toplanmışlardı.


Neden hayatta kalmak için kendini bu kadar hırpalıyorsun adi herif, demişti bir cellat, neden yaşamak istiyorsun bu hain halinle! Tiksiniyorum senin hür iradenden, tek yapman gereken mutlu olmaktı!


Yaftalamak ne demekti, şimdi anlıyordu.

Hazır öldürmüşken o adamı, boynuna asman gerekir bir levhayı da.

Neden, çünkü artık konuşamaz ne de olsa.

Ne yazılmışsa kağıda, artık odur o.

Öyle değildir demek bile aptallıktır; yaranacak kim kaldı ki, geberdi gitti.

Kim kurtarır seni bu ipten. Öyle değildir, mi derler senin için;

Yoksa susmaya ikna mı olurlar, iktidar var, mutlak yetki var, düzen var, geçim var çoluk çocuk var...


Yanındaki bedene süründü arasından geçerken çocuk. Bizim marangozdu bu. Bakıyordu herkes gibi o da meydana. Biraz endişeli gibiydi, döndü baktı sanki hüzünlü bir haber verecekmiş gibi.

O tahtaları ben çaktım, dedi, nasıl da iyi etmişim bak tutuyor yiğit delikanlıyı bile havada.


Elinize sağlık, dedi çocuk, bize de lazım olursa mutlaka sana geleceğim amca.


Ağızları açılıp kapanmıyor,

Ses tellerine sürterek geçen basınçlı hava artık boşluğa doğru ittirilmiyordu nefeslerinde.

Fakat gözleri bağırıyordu.

Ölmeliydi çünkü!

Ne demekti “ben” demek, “biz” yerine.

Sistem vardı, devlet vardı, millet, vatan, irade, beka.

Hepsi ‘biz’ meselesiydi.

Ben, yalnız kalmaya mecburdu.

İp, tek kişiyi sallandırmaya yeterdi.

İki kişiyi aynı ipe assan boğulmazdı, kurtulurdu. Boğulan hain, “ben” olmalıydı.


Biz her zaman izlerdi. İzlediği için biz olmak zorundaydı.

Fotoğraf güzel çıkmalıydı.


Nasıl da kurtardık memleketi bu hainlerden, bilmeliydi torunlar.

Yanında nefes veriyordu. Nefesi mi vardı zaten.

Kıpraşmasa da şu fotoğrafı düzgün çekebilsek dedi.

Öldürmek için ne çok acelesi vardı.


Bekleyin ölsünler, o zaman daha iyi çıkar dedi fotoğrafçı. İşinin erbabıydı.

Kalabalık yanındakine bakarak doğruladı. Haklıydı fotoğrafçı. Büyük bir sanatkardı.


İpler hala gergindi.

Sanki hainleri yukarıya kaldırmak, sallanmasını engellemek istiyormuş gibi bir halleri vardı.

Onlar bile bekamıza göz dikmişti. Zaten gavur malıydı.


Saatler çalışmıyordu, aksıyordu.

Artık saniye, cep saatlerimizde adım adan bir çubuğun sesi değil,

Ölmekte olan hainin nefesinin sesiydi.

Tık... Zaman ilerliyor, kazanıyoruz.

Tık... Zorlanmaya başladı, yavaşlıyor zaman.

Tık... Zafere çok az kaldı. Çehresi kızardı, sonra morardı.

Tık... Ağzından fışkıran köpükler sanki patlamış bir şampanyaydı. Kutlamayı haber veriyordu.

Tık... Hainin bedeni, toprağa karışacağını anlamıştı.


Öldü. Zaman durdu. Artık çekebilirsin resmimizi. Plof!

Bir duman bulutu yayıldı, havai fişek mi diyelim buna.

Çok iyi iş çıkardın fotoğrafçı, sağ olasın, dedi cellat.

Yıkamaya ne zaman götüreceğiz bunları?

Şaşırdı fotoğrafçı, imam efendiye soracaksın onu bana değil, dedi.

Cellat, tebessüm etti.

Hainleri değil, birader, fotoğrafları.

Banyo yani. Orası kolaydı.


Hainleri temizledik artık. Bugün astık onları.

Asarız duvarlara da bu mutlu günün fotoğrafını.

Selametle...

Selam huzur demekti.


Moiz K.

Balık Vermek Mi, Yoksa Balık Tutmayı Öğretmek mi: Bir Tercih Karmaşası

İnternette bulabildiğim kadarıyla bu soru, Konfüçyüs'e ait bir cümleden hareketle soruluyor. "Bir kişiye iyilik yapmak istiyorsan o...