15 Mart 2021 Pazartesi

Balık Vermek Mi, Yoksa Balık Tutmayı Öğretmek mi: Bir Tercih Karmaşası

İnternette bulabildiğim kadarıyla bu soru, Konfüçyüs'e ait bir cümleden hareketle soruluyor. "Bir kişiye iyilik yapmak istiyorsan ona balık verme, balık tutmayı öğret" şeklinde.

Bu soruyu çeşitli ortamlarda sorduğumda bugüne kadar "balık vermek" seçeneğini tercih edeni görmedim. Senin de gördüğünü zannetmiyorum. Herkesin vardığı sonuç hemen hemen aynı, eğitim daha önemli.

Fakat biraz düşündükten sonra; aslında buradaki konunun eğitim olmadığını görebilirsin. Çünkü balık vererek de eğitebilirsin. Veya hem eğitip hem de balık vermeye devam edebilirsin.

O zaman bu soru için "balık tutmayı öğretmek" seçeneği neden daha mantıklı?
Aslında seçeneklerin oluşturduğu sonuç durumlarındaki fark şu; birinin bireysel girişimle kazanç sağlamasını önerirken (balık tutmayı öğretmek), diğerinin toplumsal girişimi (balık vermek) önermesi.

Bu soruyu kapitalizm savunması yaparken kullanmayı tasarlıyorum. Kapitalizmin mülkiyet hakkı ve bireysel girişim taraflısı olduğunu hatırlatıyorum.

Bu soruyu gerçekçi bir dünyada hayal edelim:
Birine balık vermek mümkün olduğuna göre, balığı tutan birilerinin var olması gerekir. Bunları sosyal görevliler -veya kamu çalışanları- olarak kabul edebiliriz. Bireysel olmayıp, toplumsal girişimci oldukları için; bunların iş insanları olmadığını söylemek mümkündür, kâr hedefleri yoktur. 

Onların tuttuğu balıkların "eşit" şekilde dağıtılması için, diğer bireylerin balık tutmaması gerekir. Yani bu durumda balık tutmayı öğrenmek de şüpheli vatandaş niteliği halindedir. 

Ayrıca, verilen balığı yeterli bulmamak da mümkün değildir, zaten sosyal dağıtım planlanmıştır ve balık yemeyi seviyor olmak bu dağıtımı protesto etmektir. Hangi bireyin ne kadar balığa ihtiyacı olduğunu kamu görevlileri daha mı iyi bilir? (konu 'balık' olmak zorunda değil, örneğin konu 'internet tutmak' olsaydı, ne kadar süre ve ne kadar byte işlem yapacağınıza yine kamu görevlileri karar verecekti)

Bu durumda "eşitlik", mümkün olan en minimum seviyede sağlanabilir. Üstelik minimum seviyeyi yükseltme girişimleri de eşitliği bozmak olacaktır.

İlk balığı tutanlar (yani değer üretenler) yolunmaya devam edilerek hayatlarından bezdirilene ve pasifize edilene kadar bu sistem ayakta kaldığını iddia edecektir (iflas ettiğinde de orijinalden uzaklaştığını söyleyecektir).

Bireysel girişimdeki durumu tek tek yazmıyorum; yukarıdakilerin tam tersi olur. 

Göldeki balıkların sayılarının azalarak sömürüleceğini söyleyecek olursan, balık sayısını sabit düşünme hatasına düştüğünü söylerim. Kâr amacıyla balık yakalayan bireyseller olduğu gibi, göldeki balık sayısını artırmak üzere kâr sağlayan bireyseller de olacaktır (sektörel örnekler verebiliriz).

O halde neden "balık tutmayı öğretmek" seçeneği daha mantıklı geliyorken; devlet ve ekonomi konusunda "balık vermek" sonucuna gidiyoruz? Neden "toplumsal problem" gibi belirsiz tanımlar yaparak "çözüm verme"yi seçiyoruz? Bunlar retorik sorulardır.

---
Moiz K.

14 Şubat 2021 Pazar

14 Şubat Müjdeliler Günü

 13 şehit olayı ile ilgili aklımdaki sorular:


- 2015 yılından beri (6 yıldır) elinde tuttuğu rehineleri PKK neden bugün infaz etti?

- Gerçekten 14 Şubat'ta mı şehit edildiler yoksa 10 Şubat'ta mı, yoksa daha önce mi?

- 10 Şubat'ta edildilerse, haberini neden 14 Şubat'ta aldık?

- Gerçekten 13 rehine miydi, yoksa brifingde gösterildiği şekilde 13+2 şeklinde miydi? Diğer iki rehine neden şehit edilmedi?

- İki ayrı odada bulunan 13 ve 2 rehineden sadece bir odadakilerin şehit olması ile bölgeye yapılan bombalamanın bir ilgisi var mı?

- Rehineler sade birer "vatandaş" mıydı yoksa bilgi sızdırdığı PKK tarafından bilinen kişiler miydi?

- 10 Şubat'ta verilmesi beklenen ama verilemeyen müjde ile bu operasyonun ilgisi var mı?

- Operasyonda TSK'dan sadece 3 asker mi şehit oldu?

- Operasyonda PKK'dan 48 kişi mi 'etkisiz hale getirildi'?

- 10 Şubat'ta müjdenin verilemeyeceği belli olduktan sonra mı uzay macerası açılışı 9 Şubat akşamında alelacele yapıldı? (Fiilen herhangi bir girişim olmadan, sadece bir konuşma ile açılış yapıldığını göz önüne alırsak)

- Bütün bu sorularda gerçeklik payı varsa bu olayı nasıl değerlendirmek gerekir? Bu sadece basit bir fiyasko mu, yoksa basitçe PKK'lıların şerefsizliği denilerek üzeri kapatılabilecek bir şey mi? Yine "bu .... Kürtler" mi?

Cevapları bende değil; belli ki vermesi gerekenler de vermeyecek. Cevaplar sizde.

-------
Moiz K.

1 Şubat 2021 Pazartesi

Hikaye Denemesi - 5 || 2021 Şubat 1000Kitap Hikaye Etkinliği

 Hesap Defteri
------------------

18 Şubat 2029,
Kayıt No: 1275.

Bugün, diğer günlerin aksine sadece üç saat uyudu. Uykusuz görünmedi. Yatağında düzelmesine yardım ettikten sonra bardağındaki mineralce zenginleştirilmiş suyunu içirdim. Dudakları dışarıya dönüktü, ağzını kapattığında öpecek gibi görünmesini yine sempatik buldum. Yüzüme boş bakışlarla odaklandı. Bir günlük rutin olarak, kendimi tanıttım. Benden korkması da artık bir adet olmuştu. Uyardım, sizin yardımcınız, kulunuzum; hayır efendim, hayır, kesinlikle düşmanınız değilim. Bakışlarınızı sizi yüzüstü bırakanlara saklayın, diye fısıldadım. Eğer yakında bizzat yaratan ile görüşürseniz, mutlaka ona sunun, değerlendirsin ve gerekli iç yazışmalarını göndersin. Elime, daha tutulası bir iç yazışma kağıdını aldım. Sehpanın üzerinde tozuyla birlikte hala durduğu için, onun okumaya gücü yetmediğini anladım. Sizin için okuyayım efendim, dedim. Her sabah ona gönderilen haber raporlarından biriydi. Onu korkutmamak için önce gözden geçirdim. Milli iradeyi tehlikeye atan maddelerin üzerini çizdim, onlarla ilgilenmek zaten benim görevimdi artık. İncelemeyi bitirdiğimde kağıdı katladım ve ona uzattım. Elini bana doğru uzattı, sabah aşısı için kolunu sıyırmıştı. Kağıdı verdikten sonra hızlıca masaya yönelip onun çılgın ilacını şırıngaya çektim. Ben iğneyi koluna boğarcasına bastırırken o, gözünü kağıttan okuduğu son maddeye sabitlemişti. Madde, onun ebedi liderliğini yazan birkaç soğuk kelimeydi. Bana döndü ve belirsiz sesler çıkardı. Anlamadım, efendim. Biraz daha düzgün konuşmak için kendini yordu, kendisinin ebedi lider olup olmadığını sordu. Elbette sizsiniz, efendim. Bütün kanım, malım ve şerefim üzerine yemin ederim ki, sizsiniz...

19 Şubat 2029,
Kayıt No: 1277.

Bugün, diğer günlerin aksine sadece üç saat yirmi beş dakika uyudu. Uykusuz göründü. Dün akşamki kayıtta onun nasıl yorgun düştüğünü yazmıştım. Henüz kendine gelememişti. Dudakları dışarıya dönüktü. Dökülmüş saçları, çağlamakta zorlanan bir şelaleye benziyordu, ön tarafı zaten yıllardır açıktı. Yüzüme baktı, üç saniye sonra irkildi. Korkmayın efendim, ben kulunuz, size aşınızı yapacağım. Sizi yüzüstü bırakanlar gibi, sırtınızdan vurmayacağım, diye fısıldadım. Tecellisi henüz kendine gelememişti ama, kağıttaki yazıya göre dimdik ayakta idi, gözden geçirdim. Kolunu açtım, göz bebeklerini benim gözlerime doğru bastırdı. Şırıngayı uzattım, kolunu katlayıp bana verdi. Soğuk gözünü son maddeye odakladı, onun ebedi liderliğini şırıngaya çektim. Günlük rutin testleri yapılacak iken belirsiz sesler çıkardı. Anlıyorum elbette, efendim. Sizi anlamamak, mutlaka düşmanlıktan gelir. Kendisinin ebedi lider olup olmadığını sordu, son maddeyi okumuştu. Elbette sizsiniz, efendim, her zaman öyleydiniz. Bütün şerefim, kanım ve malım üzerine yemin ederim ki, sizsiniz...

20 Şubat 2029,
Kayıt No: 1282.

Bugün, gözlerine hiç uyku girmedi. Ölümlü göründü, ilk kez. Geçen haftaki gazeteler onun yakında öleceğini ima etmişti. Çok yaşayın demişlerdi, gazetelerimiz her zaman tersten okunmalıydı. Dört kayıtta da yazdığım gibi durum değişmedi, halen kendine gelememişti. Dudakları dışarıya dönecek kadar kırmızı değildi, morarmıştı. Yüzüme bakmaya çalıştı, üç saniye sonra irkildim. Korkma, dedi, ben senin çobanınım. Sözleri; çağlamakta zorlanan bir şelaleye benziyordu, cümleleri zaten yıllardır açıkta kalıyordu. Sizi daha önce vuranlar gibi, sırtüstü bırakıp gideceğim, diye fısıldadım. Haberlerde yazılana uygun şekilde, artık sadece yatarken dimdik durabiliyordu. Tecellisinin geldiğini söyledi. Günlük rutin zihin testlerini yaparken, elindeki kağıdı okumaktan vazgeçti. Kolunu bana doğru uzatamadı, ben de ona içinde hayat enerjisi olan şırıngasını uzatmadım. Elbette anlamıyorum, efendim, sizi anlamak mutlaka unutkanlıktan gelir. Kendisinin ebedi olarak unutulup unutulmayacağını sordu, son madde unutulmayacağını yazıyordu, o günkü gazetelerin manşetiydi. Manşet ben miyim, diye sordu. Elbette sizsiniz, efendim, zaten başka kim oldu ki. Her zaman böyleydiniz. Doyamadığınız bütün malınız, olmayan şerefiniz ve soğuk olmayı maharet zanneden kanınızın üzerine yemin ederim ki çok geçmeden siz de unutulacaksınız.


------------
Moiz K

14 Ocak 2021 Perşembe

Bir Yaşam Şekli: SO

-------------------------- 

Bir Yaşam Şekli: SO

Hangi fikre/aidiyete sahip olursa olsun düşünce şeklindeki sürekliliği koruyan iki tip insan davranışı görüyorum:


- İçinde olduğu durumun sorunlarının farkında olup bunları dillendiren (PASİF diyeceğim)
- İçinde olduğu durumun sorunlarını çözmek üzere eylemde bulunan (AKTİF diyeceğim)

AKTİFlerin her zaman -bazen uzun bazen kısa vadede- sorunlarını çözdüğünü, PASİFlerin ise uzun süre bu sorunları dillendirdikten sonra mevcut sorunlu hallerine ayak uydurduklarını, alıştıklarını görüyorum.

Alışma süreci hızlı olmuyor; çoğunlukla Türk toplumu düşünce gelenekleriyle birleşiyor. Örneğin kötü bir sonuç beklentisiyle "kader" olarak isimlendiriliyor, veya iyi bir sonuç beklentisiyle "kısmet" olarak görülüyor. Çözümü yaratanın zaman olduğu sonucuna varılıyor.

Fakat "zaman" her şeyin çözümü değil, sadece zamana bağlı şeylerin çözümü olabiliyor.
Neredeyse hiçbir problemin çözümü SADECE ZAMANA BAĞLI DEĞİL.

Son derece somut/algılanabilir/analize açık olan sorunların çözümlerini de soyut bir irade/kurtarıcı/gizli elden beklemek de ne kadar gerçekçi olabilir ki?
Ben neden varım, sen neden varsın?

Bunun için kendim geliştirdiğim bir yöntemdir SO adını verdiğim bu yaşam şekli.
Benzerleri olup olmadığını bilmiyorum, araştırmaya gerek de duymadım.

İsmini İngilizce'deki "So?" sorusundan almakla birlikte, Türkçe'de "Ee (sonra)?" gibi bir anlamı var.

Mantık şu:

Sorunu fark edip dile getirdikten sonra kendimize soruyoruz, "peki bu konuda BEN NE YAPACAĞIM?". Bu sorunun cevabı pratik/somut olmak zorunda.

Eğer pratik, yani eylem ve uygulamayla ilgili olan, bir cevaba varmamışsak, hala soyut/duygusal/uygulamaya geçemez bir cevap veriyorsak;
SORUYU TEKRARLIYORUZ. Peki bu konuda BEN ne yapacağım?

Bu soruya uygulanabilir bir cevap bulduğunuzda artık AKTİF kişi olacaksınız.
!!!
Eğer hala harekete geçemiyorsanız PASİF'liğinizi devam ettirecek şekilde
SORUNA ADAPTE OLDUNUZ.

Kendinize GERİ BİLDİRİM (feedback) vermekten çekinmeyin.
Çoğu zaman bu konuda objektif davranmayacaksınız biliyorum, zor bir beceri bu.
O HALDE, size objektif bir geri bildirim verebilecek olan en basit yöntemi öneririm. YAZIN.
PASİF iken yazdığınız yazı, size ileri bir zamanda yalan söylemek üzere kurnazlık yapamaz.
AKTİF olduğunuzda o yazıyı okuyarak kendinize geri bildirim verebilirsiniz.

Bunu sürekli yapabildiğinizde, artık alışkanlık halinde AKTİF bir kişi olarak sorun çözücü olacaksınız.

İyi çalışmalar!

Moiz K

19 Aralık 2020 Cumartesi

Hikaye Denemesi - 4 || 2020 Kasım 1000Kitap Hikaye Etkinliği

 Pera'da Bir İnfilak 


Yazıyoor yazıyor, Atamızın evine bomba atıldığını yazıyooor...

Çınlıyordu gazete satan çocuk. Yeterince ciddi durması gerektiğini biliyordu. Hem gazeteyi satmak hem de haberin ciddiyetini bir palto gibi üzerine giyinmek zorundaydı. Zaten kendisine doğru gelenler de ciddiydiler. Yüzleri asıktı, yoğun bir Salı gününün akşamıydı. Milli babasına yapılan saldırıyı seslendirirken elinde bir bayrak gibi salladığı şey İstanbul Ekspres gazetesinin aynı gün yapılan ikinci baskısıydı. Ortalama tirajı yirmi bin kadarken, o gün iki yüz doksan bin basmıştı. Nedenini çocuk da bilmiyordu, sadece seslendirmekten sorumluydu.

Denize doğru baktı. İskeleye yanaşmakta olan vapur tıklım tıkışık doluydu. Sanki bir kutlama vardı, her gün böyle olmazdı. Çocuk ticaret öğreniyordu, kutlamanın sebebini düşünmeyi bırakıp elindeki gazeteleri düşürmeden iskeleye doğru koştu. Vapurdan inenler gazeteye bakmadılar. Yazılanları çoktan beridir biliyorlardı anlaşılan. Pek İstanbulluya da benzemiyorlardı, Beyoğlu’nun ne tarafta olduğunu kestirmeye çalışıyorlardı.

Topluluk ilerledi. Peşlerinden giden yaşlıca adam en arkadan takip ediyordu. Üzerine dayanarak yürüdüğü bir bastonu vardı. Çocuk daha dikkatli baktığında bunun bir baston değil, ağzı yere doğru bakan bir kazma olduğunu gördü. Anlamsızdı, sahilde mezar olmazdı ki. Sonra durdu, ama Atatürk Yunanları denize gömmemiş miydi. Demek, bu yaşlıca amca da o günleri arıyordu. Çocuğa yaklaştı, eline bir gazete aldı. Baş sayfaya bakarken bir zafer gülümsemesi belirdi. Çok da güzel yazmışlar vallah, yazacak dediydiler de bu gadder olur, sen burda dolaşma get evine, dedi. Sivas’tan, Trabzon’dan, Kastamonu’dan, Erzincan’dan bu vapur ile gelmişti. Adımlarını hızlandırıp sürüyü takibe devam etti. Çocuk bir paralık gazeteyi yere doğru indirirken arkalarından baktı, hepsinin ellerinde kazma ve kürekler belirmişti. Anlaşılan niyetleri tek bir mezar kazmak değildi.

.

Mama!! Mon papa est ici!

Çocuk kapıya doğru koşmaya başladı. Babasının maskesi çok ciddi, çok karanlık olurdu. Eve geldiğinde maskeyi bir kenara bırakır ve kendini çok zayıf gösterdiğini bildiği o zıpır gülümsemesini gösterirdi. Elinde bazen bir oyuncak olurdu, bazen de Şekerci Belifante’den alınmış ve bayramın geldiğini haber veren bir masapan kutusu. Ceketini astıktan sonra hoşgeldin seramonisi devam ederdi.

Bugün farklıydı. Baba maskeyi çıkarmayı unutmuştu, çok dalgındı. Sanki hayatını düşünmekteydi; bar mitzvadan hemen sonra babasının yanında ticarete başlamış, ergenlik heyecanını Fincancılar yokuşunu turlayarak dizginlemişti. Bugüne alnı açık gelmişti; başarı geçmişi de o akşamki zihni kadar dolu doluydu. Anneye baktı, haberi ağzından çıkardı, onlar için gelen bir kalabalık vardı. Kaçamayız geliyorlar, dedi. Anne, kendisinden uzaklaşmakta olan eşyalarına göz gezdirdi. Hepsi oldukları gibi huzurlu kalmak isteyen nesnelerdi. Atılıp yakılacak olduklarını, insan hakkı ile kirli olan ellerde yıpranacaklarını bilmediklerinden her zamanki sakinliğini koruyorlardı. Ama çocuk öyle değildi. Korkuyordu, babasının söylediklerine korkuyordu ama neden korktuğunu anlayamıyordu.

Masaya oturup düşünme seansına başladılar. Kazmalar ve kürekler onların evine de gelirler miydi, gelseler polis asker onları engeller miydi, sadece yüz metre uzaktalardı, acaba haberleri var mıydı. Eşyaların hangilerini alabilerlerdi, aldıktan sonra nereye gidebilirlerdi. Dakikalar, heyecanlı bir sahneyi izlemek istercesine hızlı ilerliyordu. Kapı çalındı, gelen Mösyö Fresko idi, komşu. Çok acelesi vardı, elinde bir demet Türk bayrağı sallıyordu. Bir tanesini uzattı, hemen kapıdaki boyayı kapatacak şekilde asmalarını söyledi. Baba, bu ayetin tefsirini çözmeye çalışırken, anne gözlerini dikmiş kırmızı çarpı işaretine bakıyordu. Çok yeni olmalıydı, onu çizen kadar kişiliksiz görünüyordu. Söylendiği gibi hemen üstünü bir başka kırmızı ile kapattılar, bu bez parçasını çok severlerdi. Kovulsalar da, hakarete uğrasalar da, tüm varlıklarına yüklenen vergiyi ödeyemeyip kamp köşelerinde ölseler de yine de sevgileri solmamıştı; korumak artık o bezin göreviydi.

Yaklaşan sesleri dinlerken, akşam loşluğunu aydınlatan alevin sıcaklığını hisetmeye başlamışlardı. Kalabalık, ortaçağın bu akşamında, hainleri yakmaya başlamıştı ev ev, dükkan dükkan. Baba, görevinin verdiği son bir cesaretle eğilerek cama yaklaştı, elini de kapıya astığı temsili zeytin dalına işaret edecek şekilde havada tuttu. Hemen kapısının önünde kalabalığa konuşan, onları ikna etmeye çalışan bir milli kahraman gördü. Bu, antik zamandan bu yana müşterisi olan Kemal Bey idi. O evin bir müslümana ait olduğunu söylüyor, söylüyor ve bir kere daha söylüyordu. Nefesi, ortalıktaki tozdan kesiliyor, yine de ağzından fışkırmaya devam ediyordu.

Sürü, tepişerek üst caddeye yöneldi.

Kapı aralandı ve kırk gün süren o gecede çölü aşmış haliyle Baba ortaya çıktı. Görünüşte terlemiş, üzeri kirlenmiş ve yüzü sararmıştı, eğilmeye istemsizce devam ediyordu; fakat gözleri başka bir filmi yansıtıyordu. Bunu kaç defa yaşaması gerekiyordu, cevap beklemeden sordu. Yine varlığı sorun yaratmıştı, yine harcanmak zorunda bırakılmış, yine huzuru elinden alınmış ve yine yabancıydı.

Gözünü, onu hep güler yüzlü gören müşterisinden başka bir yana çevirdi. Ters dönmüş haliyle sokak ortasında duran Mösyö Meşulam’ın arabasıydı. Cadde, içinden gürül gürül duman akan bir ırmak halindeydi. Kenarlardan sarkan şeyler, akan suya kendini kaptırmamaya çalışan ot dalları değil, Mösyö Blum’ün dükkanından sarkan el yapımı perdelerdi. Baba, dumanın kaynağını bulmak için göz gezdirdi, aile tarihinin büyük bir kısmını kaplayan yangınlardan çok çekmişlerdi. Verdistan, yangınıyla ünlüydü. Kalabalık sürü, geride bıraktıkları caddenin ortasına bir anıt dikmişti. Bu anıtın taşları; Taşyan, Taşis ve Taşikoların günlük eşyalarıydı. Hafızalar küle dönüyordu. Avizeleri, buz dolaplarını nasıl çıkarabilmişlerdi, anlamıyordu. Hepsi, bir arada, sapkınlar olarak ortaçağ alevinin içinde dans ediyordu.

.

Gece, dumanın içinde kayboldu. Havada artık oksijen değil, dostluk ve sadakat küllerinin arasında uçuşan hıçkırıklar vardı. Sokak artık bunu soluyacaktı. Nefessiz kalanlar, bir sıhhat nefes için başka diyarlara gidecek, tüm dedelerini geride bırakacak ve nesiller boyunca ananelerini sürdürmek üzere toprakların kutsalına göçeceklerdi. Geride kalan bu dumanlı havayı seven, tüyleri kül rengine boyanmış kurtlar, sokağı kendi bölgesi olarak kırmızı boyalarla işaretlemiş, muzaffer bir sürünün bireyleri olarak uluyacaklardı. Gün, 1955’in Elul 7'si idi.

---

(Gerçek bir olaydan esinlenmedir)


Moiz K.

Hikaye Denemesi - 3 || 2020 Eylül 1000Kitap Hikaye Etkinliği

 -Savrulmuş Bir Hayatın Kalıntısı-


“İşte bütün bunların etkisi sonucunda rüzgâr eşbasınç çizgilerine dik olarak yoluna devam eder. Bu hatların çizilmesiyle meteoroloji haritaları elde edilir. Yüzey sürtünmeleri ve Coriolis kuvveti rüzgârın eşbasınç çizgilerine dik yönünü saptırabilir. Bu noktaları iyi düşünün ve sınava o şekilde gelin. Şalom.”

Öğrenci sorusuna verdiği cevabı beğenmişti Avram. Yıllardır biriktirdiği bilgileri patlarmışçasına ortaya döktü. Adeta bir film yıldızıydı, dokuz beş çalışan.

Öğretmenlik de biraz karizma ister, biraz tiyatro ister, demişti tez danışmanı olan babacan tip. Bilmediğin bir kelimeyi yakaladığında öğrenci, bütün tiyatral hava söner; demir parmaklıkla örtülü sınıfta bulunduğunu hatırlar, çaprazında açılmakta olan beyaz tenli papatyaya gözleri kayar, dersin sonuna kalan dakikaları bir bir öldürmeye başlar. Asla açık vermemekti iyi öğretmen olmak, her zaman en doğrusunu bilmekti.

Solomon’un mezmurları 25:5; Bana gerçek yolunda öncülük et, eğit beni, çünkü beni kurtaran sensin, demişti yegane tanrısı. Doğayı bildikçe onu daha iyi tanıyacağını düşünüyordu.

Fakülteden çıkıp arabasına doğru yürüdü. Uçuşan yapraklar mı sarıydı, gökyüzü mü emin olamadı. Sanki ayrılık olduğunu haber veriyorlardı yalnızca; çünkü sonbahara daha vakit vardı. Belki de yine bir çöl fırtınası yaklaşmaktaydı. Yalnızlar mekanının sürülmüş tanecikleri...

Arabasını çalıştırdı. Küçük bir hava akımı oluşturdu motoru soğutmak için. Küçük bir Mikail olmuştu artık. Eski Yunan’dan yüzyıllar sonra insan tanrılar geri dönmüştü. Bilime ve teknolojiye inanırdı, her şey bir bütün, demişti bir dostuna. Önce sağa üç kere sinyal verdi sonra sola. Eve vardı. Işıklar henüz yanmıyordu, belki de yalnız kaldığını unuttu bir an; aydınlanacak kimse yoktu.

Yemek yapmaya üşendi. Ekmeğin üzerine sürdüğü tereyağı halis Golan büyükbaşlarından üretilmişti. Bu inekler yağmurları değil, nesil nesil insanların gözyaşlarını bilirlerdi; insanlar ağlarken yüzyıllar boyu sadece bakar, şimşek çaktığında ise kaçarlardı. Neyse ki tanrı henüz periyodik kızgınlık dönemine girmemişti. Henüz ağlamıyor, yalnızca demlenircesine üflüyordu.

Avram camdan dışarı baktı, insanlar yalnızlıklarını gizledikleri mağaralarına dönüyorlardı. Eyüp 21:18; kaç kez rüzgarın sürüklediği saman gibi, kasırganın uçurduğu saman çöpü gibi oldular? Hava soğumuş ve rüzgar şiddetini arttırmıştı.

Hava değişimleri, diye düşündü Avram, önemsiz küçük hareketler. Bir de büyükleri var, dünyanın her yerine seyahat eden. Bir kıtanın hüznünü diğer kıtaya taşıyan şerefsizler.

Eski hüzünleri hatırladı. Kereste talaşı gibi kokardı babası, oduncuydu. Ama onun katil olduğunu düşünmek zorundaydı Avram. Okuldaki öğretmeni ağaçların canlı olduklarını söylemişti. İnanmıyordu. Yoldan yüksekliği görünmesin diye evin girişine inşa edilen küçük merdivenin en küçük katına oturmuştu otuz iki kilo bedeniyle. Ağlarken talaş kokusunun yanına geldiğini hissetti. Baba, dedi, sen bir ağacı kestiğinde onun arkadaşları sana kızıyor mu, yoksa haberleri oluyor mu. Baba tebessüm etti, rüzgar haber vermeden duramazdı ki. Her ağaç, önünü arkasını bilir. Biri yaşlandığında, eksildiğinde onu hisseder. Her kayıpta rüzgar ona daha fazla vurur, hatırlatır yalnız kaldığını.

Avram kapıyı açtı, merdivenin bir basamağından aşağı kendini bırakıp intihar etti. Alt basamağa indiğinde ruhu yere serilmişti. Yeruşalim rüzgarının kendisine getireceği haberi dinlemeye çalıştı. Yalnızlık getirmişti. Ağaç gibiydi kendisi. Babasının, annesinin ve örnek aldığı bütün büyük insanların atomları havada uçuşmaktaydı. Onlar toprağa karışmış, ağaçların özünde yer etmiş ve doğanın dengesine direnemeyip rüzgarla birlikte savrulmuşlardı. Kıtadan kıtaya göçüyorlardı.

Avram’ın dünyasında tanrı bile yalnızlığı benimsemişti, kanıksamıştı. Adonai Ehad.

Avram da yalnızdı.




Moiz K.

Hikaye Denemesi - 2

 İş ortamında yazılmış bir deneme (yer: Perpa Ticaret Merkezi)

Bütün malı çekiyoruz kardeşim, dedi. Sen de biliyorsun bu iş böyle, bekletiyoruz seni. O iş böyle miydi, nasıldı? Karaborsa demek istiyordu aslında. Telefonda mı söylemek istememişti, yoksa malum olanı söylemek alimlik getirmez mi dedi, bilinmez. Zaten alim de değildi.

Müşteri geldi cebinde yanıp tutuşan üç beş lirasıyla. En acil nasıl yükleriz, dedi. Cevabını hemen istiyor ama hazmedebileceği kadar da yavaş verilsin istiyordu. Tüccar tekrarladı, en acil en acil. Sanki bulmaca çözüyordu. Vallahi, dedi, portif var bizim onunla dayarız kıç tarafına. Fesatlığından güldü. Hem dil bilmiyordu hem cüretkardı hem de bilge geçiniyordu. Tecrübe ile bilgelik aynı mıydı? Değildi elbet, yoksa bilgeye işin kaşarı denirdi.

O dingil benden üç çuval istedi, diye bağırdı depodan eski mülteci eleman. Bunu duyan tüccar hemen tercüman görevine soyundu. Alt tabaka ile orta gelir grubu arasında çeviri yapmak gerekirdi bazen. Üç adet koli sipariş edilmiş, dedi dingile. Ama dingil demedi, malum olan dile gelmesin diye. Dile gelmezse problem yoktu.

Dingil gülümsedi. Adı çıkmıştı ama işi hallolmuştu.


Moiz K.

Balık Vermek Mi, Yoksa Balık Tutmayı Öğretmek mi: Bir Tercih Karmaşası

İnternette bulabildiğim kadarıyla bu soru, Konfüçyüs'e ait bir cümleden hareketle soruluyor. "Bir kişiye iyilik yapmak istiyorsan o...